Ömrümüz geçiyor çalıştığımız yerde. Duygularımızı ifade edemediğimizde iş hayatı bizi daha da zorluyor.
Geçtiğimiz haftalarda farklı mesleklerden kalabalık bir grupla, işyerinde ağlamakla ilgili konuşuyorduk. Gerçek şu ki hayatımızın çoğu işyerinde geçiyor. Her sabah karşılaştığımız insanlarla, yeri geldiğinde en yakınlarımızdan ve hayallerimizden çaldığımız zamanlarda işyerinde bir arada oluyoruz.
Hedefler, planlar, yetiştirilecek projeler, beklenen terfiler, uzun mesailer, üst üste gelen toplantılar, sunumlar, hedefler, dedikodular, emeklilik fonları, şirket eğitimleri, bütçeler, teslim tarihi, prim heyecanı, testler, maaş zammı, iş güvenliği, mobbing, tükenmişlik, yardımlaşma, erteleme, iş kıyafetleri, işi başından savma, “Hayır” diyememe… Ömrümüz geçiyor çalıştığımız yerde.
Ve her gün işyerinde daha başarılı, daha güçlü, daha yetkin, daha bilgili, daha deneyimli, daha yetenekli, daha akıllı, daha yaratıcı, daha hızlı, daha becerikli, daha dinamik, daha pratik olduğumuzu göstermek içi çabalıyoruz. Başarılarımız kendimize yetmiyor, patronumuza yetmiyor, ailemize yetmiyor… Yıl sonunda ve yılbaşında ölçülüyoruz, biçiliyoruz ve yeniden yola koyuluyoruz.
Ama mücadele ettiğimiz her ne ise, derinde bize dokunması gereken şey şu ki çalıştığımız yerlerde tuvaletlerde ağlayan insanlar var. Kendimiz, iş arkadaşlarımız… Tüm bu gösteriler uğruna kendimizi göstermekten kaçınıyoruz.
Bizi birbirimize yakınlaştıracak, insanlığımızla buluşturacak kırılganlıklarımızı saklamaya çalışıyoruz.
İşle ilgili ya da işten bağımsız sebeplerle hayatımızın en çok zamanını geçirdiğimiz işyerinde duygularımızı göstermenin bizi zayıflatacağına inanıyoruz. Sanıldığının aksine hıçkırıklar sadece kadınlar tuvaletinden gelmiyor üstelik, erkekler de bir o kadar gizleniyor.
Duygularımızı saklamak, maskelemek sadece işyerinde yaptığımız bir şey değil elbette. Çocuklarını kucağına almayan babaların ülkesinde, korkuları, heyecanları, hayal kırıklıklarını, özlemleri, sevgiyi paylaşmak alışılagelmiş bir yol değil. Duygularımızdan konuşmadıkça, onların yerine konuşan başka davranışlar geliştiriyoruz.
“Korkuyorum” dememek için külhanbeyi gibi yürüyoruz, “Önemsiyorum” dememek için umursamaz davranıyoruz, “Kırıldım” dememek için kırıyoruz, “Seviyorum” dememek için sadakatsizleşiyoruz, “Bu konuda hassasım” dememek için nefret savaşları başlatıyoruz.
Kendimizi dinleyip duymadıkça sözcüklerimiz hislerimizi tarife yetmeyecek.
Konuşmayı yeni öğrenmiş çocuklar gibi duygularımızı sözcüklere dökmek için lügatimizde daha çok kelimeye yer açmalıyız. Duymaya ve duyulmaya alışık olmadığımız için kolay olduğunu söyleyemem, üstelik çaba da gerektirecek. Duygularımızı paylaşmadan önce onları benimsememiz gerek.
Benliğimiz böylesine doğal bir parçasıyken, günümüzde duygularımızın nasıl bizden bu kadar öteye düştüklerini beraberce konuşmamız gerek.
Aralık 2019, Psychologies Dergisi