Tek başımıza olduğumuzu düşündüğümüz hiçbir durumda yalnız değiliz. Her zaman bize yol gösterecek doğru bir ele ulaşmak mümkün.
Bembeyaz bir kâğıdın önündesiniz. Aklınızda beliren ilk çizgi biraz korkak, biraz ürkek, acaba kâğıda dökülür müyüm diye bekliyor. Etrafınızda türlü türlü boyalar, malzemeler… Gazlı kalemlerin kokusu keskindir, pastel boya mutlaka elinizi de boyar, suluboyanın ayarını tutturmak zordur, kurşunkalemlerin rengi hep daha siliktir, yağlıboya emek ister… Tabii siz daha henüz bunları bilmiyorsunuz. Her şeyi yavaş yavaş öğreneceksiniz. Malzemenin kâğıtta bıraktığı izleri, sizde bıraktığı hisleri zamanla keşfedeceksiniz. Elleriniz tereddütle duygu ve düşüncelerinizin sözcüsü oluyor. Bedeniniz ilk defa konuşulan bir dilin uzmanı olmaya çalışıyor. Bir-iki küçük çizgi, birkaç renk denemesi… İlk şaşkınlıklar, ilk heyecanlar, ilk zorluklar, ilk zaferler… Ve zayıf çizgiler güçleniyor, renkler gelişiyor, kâğıdınız dolmaya başlıyor.
Yanınızda birleri daha var. Onların kâğıtlarına bakıyorsunuz merakla. Bazıları sizden daha ileride görünüyor. Sanki kullandığı renkler daha canlı. Bazıları kâğıdı sizden çok daha farklı kullanmış. Bazıları da hiç anlayamadığınız desenler çizmiş. Kendinizi vererek çizdiğiniz, özendiğiniz o resim eskisi gibi parlak görünmüyor gözünüze. Tereddüdünüz elinizin titremesinde belli ediyor kendini. Kocaman çantasında taşıdığı, daha önce görmediğiniz süslü boyalarıyla geliyor hemen birisi yanınıza. “Onlarınki gibi olsun istiyorsan, bu simleri kullanabilirsin” diyor. Elinizi uzatıp o ışıltıya sahip olmak istiyorsunuz. Sonra durup, kâğıdınızdan size gülümseyen rengârenk çiçeklere bakıyorsunuz. Doğal boyalarınızla devam etmeye karar veriyorsunuz. Giderek daha ustalaştığınızı hissediyorsunuz. Birden “otorite görünümlü” biri beliriyor başınızda. Kâğıdınıza küçümser gözlerle bakıp, “Yeter artık bununla uğraştığın” diyor. Hazır, çizgileri çizilmiş bir deseni önünüze koyarak, “Taşırmadan bunu boya” diyor. İstediğiniz gerçekten bu mu? Hayır! Uzattığı kâğıdı almayı reddediyorsunuz. Kendi yaptıklarınızdan memnun olduğunuza karar veriyorsunuz. Az sonra yeni birisi çıkageliyor. “Tüm bunlar çok saçma” diyor. “Bununla mı vakit kaybettin bunca zaman?” Desenlerinizi anlatıyorsunuz, neden yaptığınızı ve neler hissettiğinizi. Kendinizi kötü hissettirmesine izin vermiyorsunuz. Sizi anlamayacağını anladığınızda, başka bir şey söylemesine izin vermeden elinize bir fırça alıyorsunuz. Tam kendinizi kaptırmış, maharetinizi geliştiren yeni bir formun ince kıvrımlarını çizerken, gürültülerle yerinizden sıçrıyorsunuz. Kalabalık bir insan yığını bir anda, siz orda değilmişçesine koşturarak yanınızdan geçiyor, çarpıyorlar. Tehlikeyi önceden görmüş olsanız bile, suluboya suyunun kâğıdınıza dökülmesine engel olamıyorsunuz. Bu ana kadar uğraştığınız her şey birbirine karışıyor. Desenler kâğıdın üzerinde belirsizleştikçe, renkler de birbirinin içine giriyor. Kâğıdınız ıslak, incelmiş. Düzeltmek için uğraştıkça parça parça kopuyor. Daha önce böyle bir çaresizlik yaşamadınız. Hiçbir boya rengini vermiyor artık kâğıda. Bildiğiniz her şey gücünü yitirmiş gibi. Elleriniz sustu.
Birden başka bir el değiyor elinizin üzerine. “Bak böyle kurutacaksın kâğıdı” diyor, nazikçe tutarak onu kenarlarından. Gösteriyor nasıl yapılacağını. Biliyor. Öğreniyorsunuz. Gerçekten de yapısı değişmiş kâğıdın ama yine tutmaya başlıyor boyanız. Kâğıt tüm renkleri kapsamaya devam ediyor.
Her birimiz kendi biricik eserimizin önünde dururken benzer kaygılar, umutlar, ilhamlar, deneyimler, duygular yaşıyoruz. Çoğunlukla tek başımıza olduğumuzu düşündüğümüz hiçbir durumda yalnız değiliz. Her zaman bize yol gösterecek doğru bir ele ulaşmak mümkün. Her birimizin birbirimizden öğrenecek çok şeyi var.