Gelişim ve ilerlemenin ölçütü, olduğumuz yerden ne kadar uzağa gittiğimizle değil, varlığımıza ne kadar yakınlaştığımızla ilgili olmalı.
Ortak yaşam kurallarını kabul ettiğimiz modern medeniyetimizin tarihi çok eskilere dayanmasa da insanlığın bilinen tarihi 300 bin yıl geriye dayanıyor. Gelişimin hep ileriye doğru olduğunu varsayarsak, 300 bin yıllık tarihimizde vardığımız en iyi noktada 21. yüzyıl insanı, bir yandan kendinden beklenenlerin çok ötesine geçti, diğer yandan da umut edilen gelişmeleri henüz sağlayamadı. Çağımızın odağındaki yapay zekâ çalışmaları, biyoteknolojiler ve gen projeleri robotlarla ve “insanötesi” insanlarla beraber yaşayacağımız bir gelecek vaat etmeye devam ediyor. Buna rağmen dünya üzerinde halihazırda var olan farklı kültürden, kökenden, bakış açısından ve inanıştan insanların bir arada barış içerisinde yaşayabileceği düzen henüz sağlanmış değil.
Bilim insanları ve girişimciler gezegen dışı yaşam alanlarıyla ilgili pek çok çalışma yapsalar da hayal edildiği gibi yakın zamanda uzayda koloniler halinde refah bir yaşam sürmemiz mümkün olmayacak gibi görünüyor. Buna rağmen, iklim değişikliklerine ve küresel ısınmaya neden olan tüketimimizi azaltacak girişimleri ve protokolleri es geçiyoruz. Kendi evimizde yaşayacak yerimizin kalmayacağı noktaya doğru ilerliyoruz.
Dünyadan ve birbirimizden umudumuzu kesmemiz için hâlâ geçerli nedenlerimiz yok. Gezegenimizin bir parçası olan diğer canlılara, bize yaşam alanı yaratan doğaya ve kendi türümüze zalim davranmak için de bir gerekçemiz yok. İnsanoğlu hâlâ gök gürültüsünden korkmaya devam ediyor. Varlığımıza bir anlam yükleme, kendimizi tanıma, değişen çevremize uyum sağlama ve diğer insanları anlama gayretimiz sonuçlanmış değil. Mağaralara çizdiğimiz resimler Instagram’da oluşturduğumuz hayat hikâyelerimizden farklı değil. Dilimiz ne kadar gelişse de kendimizi yatıştırmak için, bağ kurmak için ihtiyacımız olan kelimeler hâlâ aynı. Hayatta ne istediğimizi bulmakta zorlanıyor olsak da özünde yakalamak istediğimiz anların mutluluk verenler olmasını istediğimizi biliyoruz. Uzaya bile gitsek sosyalleşecek canlılar arıyoruz. Bilimin en ileri noktasında aşkı çözmeye çalışıyoruz.
Dilimiz ne kadar gelişse de kendimizi yatıştırmak için, bağ kurmak için ihtiyacımız olan kelimeler hâlâ aynı.
Kıtlıkları, salgın hastalıkları, dünya çapındaki savaşları geride bıraksak da temel kaygılarımız şekil değiştirerek devam ediyor. İnsanlığımıza has özelliklerimiz, ihtiyaçlarımız, arzularımız her birimizde aynı.
Hep daha iyinin peşindeyiz ama hayatı teknoloji hızında değil, insan hızında yaşamak bize iyi gelecek. Şiddeti ve zorbalıkları, insani yönlerimizi güçlendirerek yenebileceğiz. Gerçek gelişim ve ilerleme, olduğumuz yerden ne kadar uzağa gittiğimizle değil, varlığımıza ne kadar yakınlaştığımızla ilgili olacak. Hayallerimizi ütopyalara bağlamadan da yapabileceğimiz çok şey var. Kendimiz, yakınlarımız ve çevremiz için değişim yaratma gücüne sahibiz.
Şubat 2019, Psychologies Dergisi