Sudaki Yüzler
Janet Frame
37 yaşındayken ikinci kitabı Sudaki Yüzler’i kaleme alan Yeni Zelandalı yazar Janet Frame, travmalı gençlik yaşantısını ve psikiyatri hastanelerinde geçirdiği yılların izlerini bu romana gizlemiş gibi.
Romanda, “tımarhaneler”, “deliler”, doktorlar, hastane görevlileri ve ilaçlar arasında, Istina Mavet’in peşinden insan zihninin en bulanık sınırlarına varıyoruz. Bir yandan hastanede yaşananları tebessümle izlerken, diğer yandan ilaçlar, tecrit dönemleri, lobotomi öneren doktorlar ve soğuk hastane odalarının çarpıcılığından kaçamıyoruz.
Janet Frame de yarattığı karakter Istina Mavet gibi uzun süre psikiyatri hastanelerinde tedavi görmüş, intihara kalkışmış ve şizofreni tanısı konduktan sonra doktorlar tarafından lobotomi yapılmasına karar verilmiş. Ancak bu sırada yazdığı kısa öykülerden oluşan kitabının basılması ve Yeni Zelanda’nın en prestijli ödüllerinden birine layık görülmesiyle lobotomi ameliyatı iptal edilmiş. Yaşamını okuduğumda Jane Frame’in “Yazı beni kurtardı” demesinin boşuna olmadığını anladım.
Oscar ödüllü Piyano filminin Yeni Zelandalı yönetmeni Jane Campion, Janet Frame’in üç otobiyografik eserinden uyarladığı Masamda Bir Melek (An Angel At My Table) de Janet Frame’i daha iyi tanımak isteyen okurlar için güzel bir film.
Divan
Irvin D. Yalom
Dünyanın önde gelen psikiyatristlerinden ve varoluşçu terapistlerinden biri olan Irvin D. Yalom’un tüm külliyatı okunmalı elbette. Nietzsche Ağladığında yayımlandıktan sonra çıkan kitabı Divan’da hasta-terapist arasındaki ilişkiyi sorgulayan psikoterapist Ernest, başarılı ve yaratıcı bir terapi için terapistin sınırlarını nereye kadar zorlayabileceğini test ediyor. Bu süreçte tanık olduğumuz Ernest’in duyguları, hastalarıyla ilişkileri ve süpervizörü Marshal’ın değerlendirmeleri terapist adayları için derslerle dolu.
Özellikle terapist ve hasta arasında yaşanan cinselliğin tartışıldığı bölümleri okurken, alanın içinde olanlar hem yaklaşım tekniği hem de ahlaki açıdan kendilerini sorgulamadan geçemeyecekler.
Yalom, okulda öğrenilen tüm akademik bilgilerin ötesinde terapi odasının sürekli değişen dinamiklerine uyum sağlamak için gerekli mesleki sırları da paylaşıyor.
“Terapi sırasında terapistin kafasından neler geçer” diye merak edenlerin de bundan daha açık ve samimi bir kaynak bulabilmesi çok zor.
“Sonunda Ernest anladı ki dikkatini içeriğe değil sürece vermeliydi –yani hasta ile tarapist arasındaki ilişkiye.
Süreç, terapistin boynundaki muskadır, açmaz durumlarda daima etkili olmuştur. Terapistin en güçlü meslek sırrıdır o, terapistle konuşmayı, yakın bir arkadaşla konuşmaktan tamamen farklı ve daha etkili kılan yegâne usuldür.”
Ölümsüzlük ve Pilgrim
Timothy Findley
Psikiyatrinin, psikoterapinin ve sanatın iç içe geçtiği renkli bir roman Ölümsüzlük ve Pilgrim.
1900’lerin başında Pilgrim adlı bir sanat tarihçisi, Zürih’teki Burghölzli Psikiyatri Kliniği’ne getirilerek dönemin en ünlü doktorlarından biri olan Carl Gustav Jung’un gözetimine verilir. Jung’un, intihar eğilimli hastası Pilgrim’i tedavi ederken rüyalar, sezgiler, içsesler ve ölümsüzlükle ilgili düşünceleri Pilgrim sayesinde şekillenir ve bu süreç onu psikolojinin en önemli kavramlarından birine, ortak bilinçdışına getirir.
Sigmund Freud, Eugen Bleuler gibi psikiyatristlerin yanı sıra Leonardo Da Vinci, Oscar Wilde, August Rodin, Gertrude Stein gibi sanatçı ve yazarlar da romana misafir oluyor.
Pilgrim’in hastaneden kaçıp Paris’e gitmesi ise bizi bambaşka bir maceraya sürüklüyor; Mona Lisa’nın ait olduğu yere, yurduna döndürülmesi macerasına.
Hem psikoloji hem de sanat tarihini sevenler Ölümsüzlük ve Pilgrim’i sakın gözden kaçırmasın.
Çocukluğun Soğuk Geceleri
Tezer Özlü
1980 yılında, Tezer Özlü 38 yaşındayken yayımlanan ikinci kitabı Çocukluğun Soğuk Geceleri, birinci tekil şahıs ağzından, toplum kurallarıyla çatışan bir kadının çocukluktan otuzlu yaşlarına kadarki yaşamını anlatıyor.
Farklı olduğunu küçük yaşta hisseden, gençliğinde de toplum değerlerini sorgulamaya devam eden protagonist, intihara kalkıştıktan sonra psikiyatri hastanesinin soğuk ortamıyla yüzleşiyor. Bir yandan benlik mücadelesi devam ederken diğer yandan hastanedeki tacizlerden ve kötü muameleden kaçınmak için uyumlu davranmak zorunda kalıyor. Her türlü toplumsal dayatma karşısında “kendi gibi olarak” var olmaya çalışan bir kadının romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri.
Elbette Tezer Özlü’nün hastanede tedavi gördüğü dönemlere ait anılarının da romanı beslediğini düşünmek şaşırtıcı değil.
“Taburcu edileceğim gün, camını kırdığım kapı açılıyor. Asansörle iniyorum. Gerçekten salacaklar mı? Kliniğin önündeyim. Başımı kaldırıp üçüncü kata bakıyorum. Arkadaşlarım banyo penceresinin demir parmaklıkları gerisinden solgun yüzleriyle bana bakıyor.
Bu kapıların ardına bir kez daha dönmeyeceğimi biliyorum. Böylesi bir sefaleti hiçbir zaman yaşamayacağım. Direnmeliyim. Beni iyileştiren ne şok. Ne de ilaçlar. Beni iyileştiren, bu kliniklere bir kez daha kilitlenme olasılığının verdiği büyük ve derin korku.”
Otomatik Portakal
Anthony Burgess
1900’lerin başında John Watson, Psikoloji Eleştirileri dergisinde yayımlanan makalesinde psikolojinin o güne kadar yaptığı tüm çalışmaları bir kenara bırakması ve davranışçılık adını verdiği yeni bir ekole yönelmesi gerektiğini savundu. “Kanıtlanamayan” bilinç kavramının psikolojiyle ilgisiz olduğunu ve psikolojinin sadece gözlemlenebilir olanla yani davranışla ilgilenmesi gerektiğini söyledi. İçgüdü ve kalıtsal faktörlerin rolünü kuramına dahil etmeyerek, tüm bunların sosyal olarak koşullanmış tepkiler olduğunu iddia etti. O ve ondan sonra gelen kurama bağlı psikologlar çocuklukta oluşan yanlış koşullanmalara bağlı rahatsızlıkların, uygun bir koşullanmayla düzeltilebileceğini savundu. Koşullanma üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Frederic Skinner, edimsel koşullanmanın ideal toplumun anahtarı olduğunu söyledi.
Anthony Burgess, 1962’de yayımladığı ve daha sonra Stanley Kubrick tarafından beyazperdeye aktarılan romanı Otomatik Portakal’da davranışçılığa karşı en güçlü eleştirilerden birini yaparak bireyin seçim yapma özgürlüğünü tartışıyor.
Sadist yaklaşımları ve davranım bozukluğu olan 16 yaşındaki Alex, işlediği cinayet nedeniyle hapse giriyor. Hapisten daha erken çıkabilmek için “Ludivico Tekniği” denilen ve henüz geliştirilme aşamasında olan bir “ıslah tedavisi” görmek için gönüllü oluyor. Tedavi sırasında, midesinin bulanmasını sağlayan bir iğne yapıldıktan sonra çok sevdiği Bethooven’ın 9. Senfoni’si eşliğinde şiddet görüntüleri izletiliyor. Böylece mide bulantısı, 9. Senfoni ve şiddetle koşullandırılınca, Alex ne şiddete ne de Bethooven’a tahammül edemez hale geliyor. Aslında sistem bireyi ıslah ederken iyi ve kötü arasında seçim yapma özgürlüğünü de elinden alıyor. Alex’in deyimiyle otomatik portakallaşıyor.
Modern çağın bir eleştirisi olan bu distopik roman, özgür irade, iyilik-kötülük, içgüdüler ve uygarlık kavramları üzerine yeniden düşünmek için bir zemin hazırlıyor.
Nietzsche Ağladığında
Irvin D. Yalom
Irvin D. Yalom’un 1992 yılında yazdığı dördüncü romanı Nietzsche Ağladığında gerçek kişiler üzerinden kurgulanmış bir roman.
1882 yılında Lou Salomé adlı genç bir kadın, Dr. Josef Breuer’i Venedik tatili sırasında bulur ve ondan, migren ağrıları çeken ve intihar eğiliminde olan arkadaşı filozof Friedrich Nietzsche’yi tedavi etmesini ister.
Genç kadının anlattıkları Breuer’in ilgisini çeker ve Nietzsche’yi tedavi etmeyi kabul eder. Tedavi boyunca Breuer, Nietzsche’nin düşünüş şeklinden etkilenmeye başlar ve aralarında gelişen ilişki sonunda birbirlerini tedavi etmelerini sağlar.
Tıp öğrencisi olan Sigmund Freud’la Breuer arasında da hem profesyonel hem de dostane bir ilişki vardır. Bu nedenle Nietzsche’nin tedavi sürecini Freud da yakından inceler.
Breuer ve Nietzsche arasında bir ortak nokta vardır. Nietzsche saplantılı bir şekilde Lou Salomé’ye bağlanmışken, Breuer de karısını ve çocuklarını ihmal edecek kadar saplantılı bir şekilde hastası Bertha Pappenheim’ı düşünmektedir.
Freud, Breuer’le yaptığı yürüyüşlerden birinde, Bertha’nın, Breuer’in ölen annesinin de adı olduğunu fark eder. Breuer’in de isteğiyle ona hipnoz uygular. Böylece içini dökme fırsatı bulan Breuer, aslında hayatından, karısıyla ilişkisinden ne kadar memnun olduğunun farkına varır ve Bertha’yla ilgili takıntılı düşüncelerinden kurtulur. Kendisi iyileşince, sıra Nietzsche’yi Lou Salomé saplantısından kurtarmaya gelir. Breuer, Nietzsche’nin kaygılarının altında, yalnız kalma korkusunun yattığını ortaya çıkarır ve Nietzsche’nin bu duyguyu kabullenmesini sağlar. Böylece o da Lou Salomé’ye duyduğu takıntıdan kurtulur.
Tarihi kişilerle oluşturulmuş bu kurmaca romanda Yalom, metne ustalıkla Nietzsche’nin eserlerinden alıntılar yerleştirmiş; Freud’un psikanaliz, rüyalar ve hipnozla ilgili geliştirdiği ilk düşünce filizlerini kurgulamış.
Anna O. vakası olarak bilinen Bertha Pappenheim’ın tedavisi; Breuer ve Freud’un hastalara doktor gibi değil psikanalist gibi yaklaştıkları “konuşma terapisi”ni bulmalarını sağladığı için, psikanalizin ilk vakası olarak kabul edilir.
2007 yılında kitabın sinemaya uyarlandığını da hatırlatmamda fayda var. Ancak film, kitap kadar başarılı olamadı.
Sırça Fanus
Slyvia Plath
Slyvia Plath, 1963 yılında Sırça Fanus’u Victoria Lucas takma adıyla yayımlandıktan kısa bir süre sonra intihar etti. Yazdığı şiirlerin yanında Sırça Fanus onun tek romanı olarak kaldı. Listedeki diğer kadın yazarlarda olduğu gibi Slyvia Plath’ın romanında da otobiyografik öğeler dikkat çekiyor.
1950’lerin New York’unda bir kadın dergisinde staj yapmaya başlayan on dokuz yaşındaki Esther Greenwood, “hayatının en keyifli günlerini yaşıyor olması gerekirken” kendini kontrol edemediği bir karmaşanın içinde buluyor. İlerde “ne yapmak istediğini” sorgularken, bir kadını evlilik ve kariyer arasında seçim yapmaya zorlayan çifte standartlar arasında kayboluyor. En büyük tutkusu şiir yazmak olmasına rağmen, düzen, evlenerek tutkularından vazgeçmesini dayatıyor.
Kadını evlenilecek kadın ve fahişe olarak ikiye ayıran yaygın bakış açısına rağmen Esther, bekâreti, cinselliği, evliliği ve bir kadının sahip olabileceği diğer seçenekleri sorgulamaktan kendini alamıyor. Evliliğin, bir erkeğin kadını “paspas gibi” ayaklarının altına sermekten başka bir şey olmadığını düşünüyor.
Yaşadığı yeni deneyimlerle beraber ruh halinde bir çökkünlük başlıyor ve o andan itibaren biz de kapana kısıldığını hisseden Esther’in klostrofobisine ortak oluyoruz.
Plath, Esther’in depresyonunu, psikiyatristleriyle görüşmelerini, şok tedavisini, intihar girişimlerini, hastaneye kaldırılmasını, insomniasını, annesiyle ilişkisini ve iyileşme dönemini şairane diliyle, birbirinden güzel semboller ve tasvirler kullanarak anlatıyor.
Sinemaseverler için bir not: 2003 yılında Sylvia Plath’ın hayatı Gwyneth Paltrow’un başrolünü oynadığı Sylvia filmiyle beyazperdeye uyarlanmıştı.