Kendimize koyduğumuz bariyerlerin farkına varmak özgür ve özgün bir hayat yaşamamızı sağlar.
Geçtiğimiz ay, SciencoPo üniversitesinin Paris ve Strasbourg’da toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine yaptığı Geleceğin Akdeniz Kadınları projesine Türkiye’yi temsilen katıldım. Proje kapsamında, on farklı ülkeden gelen kadınlarla ve AB kurumlarıyla eşitlik, ayrımcılık ve kadın politikaları üzerine eğitimler, görüşmeler, fikir alışverişleri, toplantılar yaptık.
Bu konu üzerinde uzun süredir çalışan, düşünen, mücadele eden, farklı alanlarda çalışan kişiler olmamıza rağmen, paylaşımlarımız sırasında kendimizi stereotip ve bariyer tuzaklarına düşmekten alıkoyamadığımızı fark ettik.
İçine doğduğumuz toplumun temel yargılarını, simgelerini, ailemizin bilinçli ve örtük tutumlarını küçük yaşta içselleştirmeye başladığımız için, stereotipler üzerine eleştirel düşünüp sorgulamadığımızda, otomatik olarak o stereotipi uyguluyoruz. Hazır olan bilgiyi kabul etmeye çok alışmışız.
Çevremizdeki kişilerin rollerine göre hangi davranışları göstermeleri gerektiğini, ne gibi sorumluluklar, beceriler edinmeleri gerektiğini, hangi renkleri, şekilleri seçmeleri gerektiğini, hatta ne düşünüp ne hissetmeleri gerektiğini bile bu kalıp yargılarla biçimlendirmeye çalışıyoruz.
Oysa çevremizde neler olduğunu daha iyi anlamanın en iyi yolu, geri çekilip uzaktan bakmak. Her gün karşılaştığımız sahneler içerisinde öne çıkan yorum ve davranışlar önyargılarla mı yoksa özgünlükle mi yapılıyor? 24 saat içinde ne kadar fazla kalıpla karşı karşıya kalıyoruz farkında bile olmadan.
Belirli bir mesafe alıp örüntüleri objektif bir şekilde görmeye çalışmak algılarımızı hızla değiştirecektir.
Tabii aynı şeyi kendimiz için de yapmayı deneyebiliriz. Bir adım uzaklaşıp içine düştüğümüz stereotip tuzaklarını önceden görerek onları sorgulayabiliriz. Kendimize uzaktan bakmaya çalışmak kişisel bariyerlerimizi de fark etmemizi sağlar.
Nasıl diğer insanların neler yapıp yapamayacağına dair mutlak tahayyüller yaratıyor, onlara atıflarda bulunuyorsak, kendimiz için de aynı beklentileri koyuyoruz.
“Yaratıcı değilim”, “İkisini birden yapamam”, “ Ailemin istediği kadar iyi değilim”, “İşimde yeterince başarılı değilim”, “Bu beni aşar” gibi cümlelerle kendimizi olumsuz resmetmeye eğilim gösteriyoruz. En ufak bir şeyde, “Anahtarı evde unutmuşum, ne kadar da aptalım” gibi cümlelerle kendimize saldırıyoruz. Üstelik bu cümleler dilimize o kadar yerleşmiş ki düşünmeden ağzımızdan dökülüveriyor. O yüzden, iyi yaptığımız bir şey övüldüğünde ya da iltifat aldığımızda ne yapacağımızı şaşırıyoruz.
Her zaman aklıma anneannem geliyor. Mükemmel yaptığı yemeklere hayranlığımızı belirttiğimizde, “Hayır, tuzu fazla olmuş, ayarı kaçırdım” gibi şeyler söyleyerek övgüleri üstüne almaktan kaçınırdı. Biz de (özellikle de kadınlar) aynı şeyi defalarca yapmışızdır. Günlük hayatta yaşamın tuzunu kaçırmışız gibi, övgüleri sahiplenmekten, iyi yaptığımız şeyleri takdir etmekten kaçıyoruz.
Acaba sadece “Teşekkür ederim” demeyi başarabilir miyiz? Kendimizle ilgili kurduğumuz olumsuz cümleleri kontrol edebilir miyiz? Sadece olduğumuz kişi olduğumuz için kendimizi yargılamadan mutlu olabilir miyiz?
Kendimizi sevmeyi öğreten bir eğitimden geçmediğimiz aşikâr. Ama sürekli kendimizi ve diğerlerini yargılamaya devam edemeyiz.
Başkalarının bakışlarından kaçmamız söz konusu değil ama biraz içgörüyle kendi bakışımızı kontrol edebilir ve diğerlerinin bakışına karşı bilinçlenip özgürleşebiliriz.
İlk yapacağımız şey kendimizi sınırlayan fikirlerin, kalıpların farkında olmak; daha sonra da başkalarınınkinin… Böylece hem kendi özgünlüğümüzü, gücümüzü keşfetmemiz hem de çeşitliliğe ve farklılığa hoşgörüyle yaklaşıp bize dokunmayan ama başkalarına dokunan şeylere karşı da duyarlı olmamız söz konusu olabilir.
Haziran 2017, Psychologies Dergisi