Duygusal gereksinimlerimize zaman ayırmaya başladığımızda sevgi kapasitemiz de artar.
“Hiçbir şey hissedemiyorum, sanki içimde derin bir boşluk var” diyen birçok insanla karşılaşıyorum. Deneyimlenebilecek onca duygu varken hiçbiri yokmuş gibi hissetmemize neden olan bu boşluk hissi nereden geliyor? Kendi canlılığımızın farkında olabilmek için en temelinde bir şeyler hissetme ihtiyacımıza rağmen bu kendinden yalıtılmışlık nasıl oluşuyor? Duyguları görmesek de, görmek istemesek de orada olmaya devam etmezler mi?
Duygusal gereksinimlerimize zaman ayırmadığımızda, dış dünyanın ürettiği nesnel yanılsamalara yöneliriz. İnsan olarak diğerleriyle kuramadığımız duygusal bağı nesnelerle kurmaya çalışırız. Kırılganlıklarımızla, sevinçlerimizle, taşkınlıklarımızla, öfkemizle temas etmediğimizde duygusal olarak beslenemez hale geliriz.
Duygusal gereksinimlerimize zaman ayırmadığımızda, dış dünyanın ürettiği nesnel yanılsamalara yöneliriz.
“Kalbinle mi hareket edersin, aklınla mı?” diye bir soru sorulduğunu hatırlıyorum eskiden. Aklı ve kalbi birbirinden kesin çizgilerle ayırırken, duyguların takip edilmemesi gereken tekinsiz şeyler olduğunu ve insanın başına türlü belalar açabileceğini ima ediyor gibiydi soruluş şekli. Duygularla ilişki kuruyor olmak, hem de kontrolü ona vermek mantıktan kopmak demekti. Bir de onları ifade biçimlerine yönelik standartlardan bahsediliyordu. Erkeklerin ağlamaması, çok gülmenin zararlı olması gibi… Duygusal olmak zayıflık gibi algılanıyordu. Oysa duygunun kaynağını anlamak ve kabul etmek bizi güçlendirir.
Duygunun kaynağını anlamak ve kabul etmek bizi güçlendirir.
Onları ifade edebilmenin yüzlerce yolu olduğunu fark edebilmek için üzerlerinde çalışmaya gayret edebiliriz. Kendimize yönelteceğimiz şefkat ve başkalarının duygularına göstereceğimiz empati, iç dünyamızı zenginleştirerek sevgi kapasitemizi artırabilir.
Ocak 2019, Psychologies Dergisi